Düşünceler/Aforizmalar
Fırat Devecioğlu
*
Mutluluk, kendini olduğu gibi yaşayabilen, yaşamda yapılmaya en çok değer verdiği şeylerin peşinden gidebilen ve hayatının merkezine sevgiyi alabilmiş insanın kalbindedir.
Mutsuzluk, başkalarının beklentilerine göre yaşayan, sadece birilerinin alkışını alabileceğini düşündüğü şeylerin peşinden hırsla giden ve hayatının merkezine mülkiyeti alan insanın ruhundadır.
*
Kendisi gibi kalabilmeyi başaran insanın iç dünyasında sükunet hükmünü ilan eder. Böylece dış dünya ile kavganız olmaz.
*
Üretmek isteyen insan, etraftan gelen ve onu yaşamın kıyılarına sürükleyen düşüncelerle ilgilenmemeyi öğrenmek zorundadır.
*
Arayışı başlayan insan, kendini en başta durduğu yerde bulur. Her şey kendimizi unutarak başlar.
*
Sorgulayan insanın en belirgin özelliği, enerjisini cesaretine bırakmadan önce durabilmesidir. Bir süre hiçliğin içinde kalabilmesi. Biri size, eliyle bir yeri işaret ederek ‘koş’ diye bağırdığında zor olan koşmak değil, durup ‘neden’ diye sorabilmektir.
*
Çoğu insanın yaşadığı tek gerçek, her sabah uyandıktan yarım saat sonra ait olmadığı insanların içine karışmak zorunda olmasıdır.
*
Başkasına yarayan bir takım hedefler peşinde koşarken, hayatı keşfedemeden geçip gitmek, sık görülen hüzünlü bir hikayedir.
*
Kendi olmayı isteyen insanın, dünyaya gelmesiyle birlikte kendisi için hazırlanmış o rolü rededetmesi gerekir. Çoğu insan ait olduğu ekonomik sınıfını kabul etmez. Oysa kişi öncelikle onu bir kopya dönüştürmeye çalışan düşünce sınıfından uzaklaşmalıdır.
*
Çoğu insan gerçekte bencil değildir. Belli bir yaştan sonra başkaları için yaşar. Modern insan zamanını ve özgürlüğünü devreden insandır. Bir kadına ya da bir adama, bir işe, bir arzuya ya da bir düşünceye devreder. Güvenlik, saygınlık, statü uğruna başkaları için yaşar.
*
Hayat ilerler ve bir yerlerde takılıp kalanlarla meşgul olmaz. Ağzımızdaki hücreler bile yirmi dakikada bir tamamen yenilenir. Bir başkasının olumsuz tutumları karşısında takıntılı olmak, bizi yaşamın kıyılarına sürükler.
*
Hayat, yeryüzüne kısa süreli bir bakıştan ibarettir. Zaferler değil, sadece sevgiyi yaşayabildiğimiz her an bu kısacık süreye anlam katabilir.
*
Çoğu insan başka dünyalara koşarak kendini tamamlaya çalışır. Başkalarının hikayelerinde kendi önemini arar. Oysa insanın özgürleşebilmesi, sadece ona ait alanı oluşturabilmesiyle başlar.
*
Kendisinden beklenen rolü oynayan insanın yazgısında mutluluk yoktur.
*
İnsan ancak hazır olduğu düşüncelerle karşılaşabilir. Dostoyevski, Carl Gustov Jung, Bertrand Russell, Engin Geçtan burnunuzun ucundan geçer ama göremezsiniz, ta ki onlarla karşılaşmaya hazır olana kadar.
*
Yaşamın ansızın son bulacağı fikri, sevgisiz yaşayan insanlarda köklü bir ölüm korkusu yaşatır. Bu, henüz sahip olamadığı hayatı, birdenbire kaybetme endişesinin tezahürüdür.
*
Kendisi gibi kalabilmeyi başaran insanın iç dünyasında kavga yoktur.
*
Hayatın tüm o güzel bahçelerinde, kalpleri türlü türlü hayal kırıklıkları ile dolu insanlar, birbirinden ayrı halde, ezbere bildikleri oyunları oynarlar.
*
Kendisinden beklentisi yükselen insan, kendi uçurumuna doğru yaklaşır. Bir şeylere sahip olsanız bile uçurumdan düşmekte olduğunuzu hissedersiniz. Mesele düşmek değil, sürekli düşme halinden kurtulamamak…
*
Dünyamızın, güzel insanların, neşesine, mutluluğuna, keyifli ve iyiliksever davranışlarına ihtiyacı vardır. Üzüntüleri ile köşelerine çekilmeleri, hayatı ve kendilerini griye boyar.
*
Hayata dair güzelliklerin ansızın karşımıza çıktığını düşünsek de, onlar varolduğu gibi hep oradadır. Sadece göze perde çekmiş, güzellikleri göstermeyen, insanın kendini kurtarması gereken düşünceler vardır. Gökyüzüne bakan gülümser.
*
Kentlerimiz, danışmanlara, psikologlara, kişisel gelişimcilere giderek, kendi değerini her şeyin üstünde tutma öğüdünü dinleyenlerin, işi-evi ve kedisi arasında geçen yalnız hayatlarına şahitlik eder.
*
Hayat, kendi dönüm noktasına doğru hızla sürükleme ustalığını, istisna göstermeksizin uygular.
*
Çoğu insan hayatının bir döneminde hayatının roman olduğunu düşünür, sonra sıradanlığını kabul eder. Yani herkesin hayatı kendi için bir romandır, ancak hiç kimsenin hayatı, bir başkası için roman denilecek kadar önemli değildir.
*
Yaşadığımız şu dünyada, ancak kendinden başkasını göremeyecek kadar kendine bağımlı olanlar sürekli mutluluktan bahsedebilirler. Günümüzün acılar dünyasında, mutluluk, belli bir dozda şuursuzluk gerektirir.
*
Oysa zaman arayış yüklü olunca, dakikaların kendi içinde büyüyerek saatlere dönüştüğünü, derin bir soruya cevap ararken saniyenin bile kımıldamadan durabildiğine şahit olur insan.
*
Değerini başkasının gözünde arayan, varlığının benzersiz önemini unutur. Bencilce menfaatini, mutluluğunu kovaladığını sananların çoğu, başkalarının hikayelerinde kendi önemini arayanlarımızdır.
*
Kendinden emin, üretken, olumlu bakış açısına sahip insanların ortak özelliği, etraftan gelen düşüncelerle ilgilenmemeleridir.
*
Olmak değil, oluşmak hayata anlam katar. Yıllarca boş hayaller, kararlar peşinde koşan insanlar tanıdım. Hayallerine ulaştıklarında, ‘boşlukla’ tanıştılar. İnsanın kendine hedefler koyması, kendine karşı duvar örmesidir. Hedefle yaşayan insan, bir şeyler başarsa da tatmin olamaz. Çünkü kendini değil, hayalini gerçekleştirmiş olur. Ruh, hayal değil, kendini yaşamak ister. Ancak hedeflediği kazanımlar uğruna, kendinden vazgeçenlerle dolu sokaklar.
*
Pek çok insan, aynı sosyal sınıfta yer aldığı diğer insanlara, onlardan ne kadar farklı olduğunu, sahip oldukları ile göstermeye çalışır. Daha iyi bir eve, arabaya, işe, mutlu görünen yuvaya sahip olduğunu duyurma çabasını, kendini gerçekleştirmenin yolu sanar. İnsanı yüzleşemediği boşlukları yönetir.
*
Onay alma ihtiyacı, özgürlüğün önüne geçer. Etrafından sürekli onay almaya ihtiyaç duyan insanı bekleyen tek gerçek, bir gün geldiğinde sahip olduğu şeylerin ona ait olmadığını acı da olsa anlayacak olmasıdır.
*
Pek çok insan, kendi gibi yaşayabilmenin serinliğini hissedemiyor artık. Orjinal olarak doğuyor, beklentiler, hedefler, kazanım arzuları uğruna kopyaya dönüşüyor. İnsanın fark edemediği şey ise, sorunun kaynağı. Yani yürüdüğü yolun başkaları tarafından (toplumsal düşünce, üst yapı) belirlenmiş olması, insan tasarımı hayatı doğal sanması.
*
Kendi yolunda olmak mutsuz eden arayışı bitirir.
*
Modern insanın belki de en büyük yanılgısı, kişisel kazanıma dayalı hedeflere ulaşarak hayatına anlam katabileceğine inanmış olmasıdır. Oysa bu keskin ateşin olduğu yerde hayata dair samimi bir anlam yoktur. Çağımızda hissettiğimiz anlamsızlığın nedeni, insan hayatında nesnenin önem kazandıkça, anlamın eksilmesidir.
*
Çevremizdeki insanlarla fazlasıyla meşguluz. İş hayatındaki problemli tipler, arkadaşların vefasızlığı, akrabaların iyi gün dostu olması gibi konular elbette can sıkıcı. Ancak bu durum gereğinden fazla zamanımızı alıyor. Bir başkasının olumsuz tutumları karşısında takıntılı olmak, bizi yaşamın kıyılarına sürükler. Kendi yolumuza bakmayı, kendimizi korumayı öğrenmeliyiz. Hayat bu kadar hayal kırıklığı yaşamak için çok kısa…
*
Bir başkası hayatınıza birkaç saniyeliğine bakar ve bir şeyler söyler, yargılar ya da tavsiyelerde bulunur. Bu insanlar bir araya gelerek toplumsal düşünceyi oluştururlar. Size ayrılan zaman aynıdır. Birkaç saniyede bir şeyler söyleyip geçerler. Ancak dakikaları, saatleri, ayları, yılları siz yaşarsınız ve bu kimsenin umrunda olmaz. Kimse bir diğerini anlattığı kadar umursamaz.
*
Modern zaman insanı, yaşama dair korkularını, güçlü birey rolüne bürünerek bastırma eğilimindedir. Ancak kişinin sahibi oldukları artarken, yaşama dair korkuları güçlenir. Sahip olma arzuları, onu sevgiden uzaklaştırırken, korkularına yaklaştırır. Toplumda başarılı kabul edilen, kazanım peşindeki insanların şiddetli ölüm korkuları yaşaması bundandır.
*
Anlamlı yaşamın sırrı, doğanın bir parçası olduğunu bilen kişinin, elinden gelen katkıyı hayata sunmasında saklıdır. Bu nedenle sahip olma arzuları karşısında ölçülü durabilen kişide, arzu ateşiyle kavrulan insanlara gülerek bakmasını sağlayan bir sakinlik vardır.
*
Ancak onay alma ihtiyacından sıyrılabilen insan, yaşadığı anlamsızlığı çözmenin peşine düşebilir. Böylece yavaşça beliren ‘Kim için? ne için?’ gibi keskin sorular kendini gösterir. Sonuçta ortada sesi neredeyse hiç duyulmamış bir ruh var ve ait olduğu bedenin zifiri karanlığında hapis halinde. Uğruna türlü mücadelelere girip sahip olduğu şeylerin aslında ona ait olmadığını bir gün fark ediyor. Bu kolay bir yüzleşme değil. Türlü yarışlara koşarken kendine yürüyemeyen insanların hikayesi.
*
Sorunun temel kaynağı; tasarım ya da insan icadı olduğunu unuttuğumuz ‘toplumsal düzeni’ , doğal sanarak, yaşadıklarımızı ‘doğal bir süreç’ gibi bakıyor ve kabulleniyor olmamız…Toplum düşüncesinin beslediği beklentiler ve hayaller, bizi düşük bilinç düzeyinde yakalayan ve henüz keşfedemediğimiz dünyamızdan kopartan gürültülerdir.
*
Zaman geçer, kimi insan üzerine kıyafet giydirilmiş cansız vitrin mankenine dönüşür. Koltuğunun büyüklüğüne göre gülümseyebilen insanlar etrafımızı sarar.
*
Faniliği, gelip geçiciliği unutturan çağımızda hayat, bir unutmama savaşıdır.
*
İç sıkıntısı ya da tatminsizliğin en önemli nedeni, insanın sahip olduğu farklılıkları yaşayamamasıdır.
*
Üstünde durduğumuz toprak altımızdan kayıp giderken, bizim yaptıklarımız, keyif yarışımız, verdiğimiz zarar, bizden çok önce bu topraklarda yaşayan diğer canlılar için bir tür ‘sonradan görme’ halidir.
*
Anlaşılan insan, yaşamın lüzumsuz yüklerinden sıyrılır. Kimi dövme yaptırarak, kimi başarılı işlere imza atarak, kimi konuşarak, kimi bekleyerek anlaşılmak ister.
*
İnsanı, yüzleşemediği boşlukları yönetir. Acı vermesine rağmen, problemli ilişkilerinden vazgeçemeyenler, kendini maddi dünyaya sırt üstü bırakanlar, ya da öğrenilmiş çaresizlikler yaşayanlar, belki de özlemini yaşadığı cennetinin peşinden düşe kalka yürümeye çalışanlardır. Ve sadece bu nedenle, kimse yaşamadığı, bilmediği bir hayatı yargılayamaz.
*
Sürekli mücadele eğilimindeki insan beni kuşkulandırır. Çünkü kimi insanın mücadelesi dışarıda gibi gözükse de içeridedir. Dışarı hırs, kazanım arzusu, güçlü olma tutkusu olarak yansır. Dünyamızın kendi kavgasını verenlere değil, gerçekten onu sevenlere ihtiyacı var.
*
Modern insanın yaşadığı ‘mutsuz’ günlerinin temelinde, kendi eliyle inşa ettiği ‘olması gerekenler’ vardır. Özgürlüğünü başkalarına ya da birkaç düşünceye devreder. Artık kendi zamanına da sahip değildir. Böylece ‘hap’ düşüncelere ihtiyaç duyar. Müzik marketinden ‘iyileştiren şarkılar’ albümünü alır. Psikoloğa gidip “Ne yapmalıyım?” diye sorar. Okuduğu bir şeyden somut yönlendirme bekler. Piyasa bu beklentiyi karşılar. Size ‘ne yapacağınızı söyleyerek’ para kazanan mutluluk tacirlerinin sayıları artar. Böylece aynı kısırdöngü oluşur. Yine kendi hayatınızda, başkalarının hayatını yaşarsınız. Kopya olmaya çalışmaktan, orijinal olduğunuzu unutursunuz. Oysa hayatınızı sizden başkası yaşayamaz. Yaşama sorumluluğu, kendi cevaplarını bulmayı gerektirir.
*
İnsan sahip olmadığının peşine düşer. Değersizlik duyguları taşıyanlar, kendini yeterli hissetmeyenler, sahip olduğu ev, araba ya da kıyafetlerle bu boşluklarını örtmeye çalışırlar.
*
İyi insan, vicdanıyla hareket edebilendir. Kalbinde çocuk, doğa, hayvan sevgisi taşıyabilendir. Kötülükler karşısında kendini sorumlu hisseden ve harekete geçebilendir. Kendini aşabilendir.
*
Dingin, kıpırtısız bir dünya dilerdim. Oysa Tanrı, sahibi olduğu Dünya’nın, kendi yarattığı insanlarca yiyip bitirilmesini izliyor, tüm uyarılarını söylemiş, müdahalesiz, sessizce…
*
Evde okulda sokakta çocuklara ‘büyüyünce ne olacakları’ sorulur. Aile meclisi, kendi cevaplarını duymak ister. Yetişkin gevezeler, kendi doğrularına göre bir insanın neleri hedeflemesi gerektiğini sıralar. Çocuklar, büyüyerek sahip olacaklarını düşleyen küçük birer kapitalist olarak yetiştirilir, ‘sadece mutlu olmasını isterim’ diyebilen yürekli anneler babalar azınlıkta kalır.
*
İnsan kendini tanıdıkça hayatın en farklı süprizi ile karşılaşır; hayatını belirleyen tüm kararlarını, davranışlarını, düşüncelerini, geriye dönük aynı tutarlılık içinde bir ipe dizilmiş olduğunu görür. Her insan, yaşamı boyunca tutarlıdır. Hayatına benzer insanları seçer, benzer hatalar yapar, ruhunda hep aynı rengin izi vardır. Ancak farkeden değişir. Farketmenin insana serinlik katan, özgürleştiren bir yanı vardır.
*
Kendisiyle sürekli mücadele eden biri, Dünya’ya fırlatılmış gibi etrafta dolaşır, nedenini bilmeden gördüğü ilk kalabalık kuyruğa girer. Zengin bir ailenin çocuğu cemiyet hayatında, memur bir aileden gelen hırslı biri kariyer basamaklarında, etrafında siyaset konuşulan başka biri, o bölgede etkili olan bir partinin ilçe temsilciğinde türlü türlü mücadelelere girebilir. Aslında aynı şeyin kavgasını verirler; başkalarının hikayelerinde kendini tamamlama ihtiyacı…Hırslı insanların hayatı, gerçek anlamda değer vermedikleri insanların takdirini kazanmanın peşinde sürünmekle geçer.
*
İnsan öylesine tuhaftır ki, tüm zamanını etrafındaki insanların ilgisini kazanabilmek uğruna, gerçek bir tutku hissetmediği ‘hedefler’ uğruna harcayabilir. Kendisine bu ilgiyi gösterecek insanları kıymetsiz bulsa da, onların takdirini almayı fazlasıyla önemser. Hırslı insanların hayatı, gerçek anlamda değer vermedikleri insanların takdirini kazanmanın peşinde sürünmekle geçer. Son derece güçlü görünseler de, perdenin arkasında ilgi bekleyen çocukluk halleri öylece durmaktadır.
*
Yanlışı, hedeflerle yaşamanın önemine fazlasıyla inanarak yapıyoruz. İnsanın kendine hedefler koyması, kendine karşı duvar örmesidir. ‘Bir şey olmak’ peşinde koşmak, bir süre sonra ‘mış gibi’ davranmayı getirir. Oysa olmak değil, oluşmak hayata anlam katar. Çoğu eğitimli insan, karton hedeflerinin peşinde gün boyunca sıkılır, zamanın geçmesini bekler, geçen zamana sevinir hale gelir. Ama sorsanız, hayatta pek çok hedefi vardır. Tek yaşayamadığı ise kendisidir.
*
Bazı insanlar için statü ihtiyacı, özgür olma isteğinden daha fazla önemlidir. Çoğu insan hayatını seçme özgürlüğünü bir kadına ya da bir erkeğe, çevrenin ondan beklentilerine bilinçli olarak devreder. Şikayet etse de, konfor alanının nimetleri cezbeder. Bu farkındalığa sahip olan birinin, halen çevre baskılarından sebeple hayatını seçemediğini söylemesi, kendisine karşı samimiyetsizliğini gösterir.
*
Gördüğümüz en hüzünlü bakış, yaşadığı kötülükleri anlamaya çalışan ve her defasında kendini suçlayan iyi yürekli insanların gözlerindedir.
*
Sürekli mutlu insanlar sinir bozucudur kabul edelim. Çağımızda bunca sorun varken, insanlar acılar içindeyken, mutlu olmayı düşünerek mutlu olmaya çalışmak, destek bekleyen insanlara, doğaya karşı haksızlıktır.
*
Dünya, gittikçe köpüren hırslara, arzulara tanıklık eder.
*
Belki de öldükten sonra, hayattayken yaşadıklarımızı rüya halinde görmeye başlarız. Böylece ‘güzel anılar biriktirin’ tavsiyesi çok daha anlamlı olabilir.
*
Kapitalist ruhlar, insanı kurda çeviren arzu ateşinin yükselmesini keyifle seyreder. Onlar da, mülkiyet edinme hırsının sönmeyen ateşinde, kendi cehennemlerini yaşarlar; tatmin duygusuna ve fark edebilmenin insanda bıraktığı sakin özgürlüğe hiçbir zaman ulaşamazlar.
*
Hayat, sistemden beslenen obez kapitalistler için tasarlanmışbir kurgudur. Böylece dünya, gittikçe köpüren hırslara, arzulara tanıklık eder.
*
Karl Marx’ın belirttiği gibi, insan sahip olma tutkusunu hedef haline getirdiği bu düzende, değerlerinden uzaklaşarak ahlaksızlaşır. Böylece hayatlarımız, iyi yüreklilerin üstüne basmaya çalışan az gelişmiş ve ahlaksız insanlarla tıka basa dolar.
*
İyi yürekli insanların en zor öğrenebildikleri şey gülüp geçmeyi bilmektir. Oysa, bu iyi bir kalbe sahip ruhların kurtarıcıdır.
*
Hayatın ilk ve son duygusu korkudur. Boğucu varlığının tükenmez kaynağı, insanın nereden geldiğini ve yaşam sonrası nereye gideceğini bilmemesidir. İntihar etmek üzere şu an sandalyeye çıkan biri bile, o tanıdık korkusunun nefesini ensesinde hisseder. Son anımızda yanımızda sadece korku vardır. Korkular, ancak yaşamını doğa ve insan sevgisi ile donatan kişi karşısında yenilebilir. Ruhumuz ancak sevgi ile hafifler, nefes alabilir, bir nebze olsun yatışabilir.
*
Özgürlük fark edebilmektedir ve ancak fark etmek özgürleştirir. Aksi durumda insan, iki kapılı handan, hasret kaldığı ve bir türlü ulaşamadığı tutkuyu düşünerek geçmeye devam edecektir.
*
'Sen ne istiyorsun’ sorusunun yabancısıdır toplum. Çünkü, kimse bir diğeri için bu kadar önemli değildir.
*
Çok az insan, unutamayacağı kadar güzel bir hatırayı yaşarken, yani tam da o anın içindeyken, bunun farkındadır. Böylesine kendini bilme ve fark etme bakımından zaaflara sahip bizler, aslında bize gerçek anlamda değer vermeyen başkalarından gelen uğultunun esiri olarak koca bir hayatı ıskalayabiliriz.
*
Etraf bu halde diye Vivaldi’nin bir bestesini çalmaya çalışan öğrenci hevesinden vazgeçmemeli, ilk romanını kaleme alan genç karamsarlığa kapılıp kaleminden uzaklaşmamalı, yeni bir şey kurmak üzere bir araya gelmiş insanlar bu hayalinden caymamalı… Bir şekilde var olmaya, yaşama katılmaya, yaşam sorumluluğunu almaya devam etmeliyiz. Yaşam için, çocuklar için, doğa için, dünyayı sevdiğimiz için.
İnsanın içindeki boşluk, sahip olduğu ‘nesnelerle’ değil, ancak sevgi ile dolabilir.
*
’Vazgeç, kırsala yerleş!’ düşüncesi, yabancı dil bilen, farklı memleketleri bilen, sosyal sorunlar karşısında bir katkısı olabilecek nitelikli insanları atalete sürükler. 26 yaşında Android üzerinden bir uygulama yazabilecek potansiyele sahip bir genç, Ayvalık’a taşınmanın ve orada yaşlanmanın hayalini kurmaya başlar.
‘Vazgeç’ öğüdünün uyutucu etkisi ile, nitelikli insanların köşelere çekilmesini kapitalizm memnuniyetle izler. Onları bireyselleştirerek, kollektif bir güç olmasına yönelik önlem alır. Haksızlıklara karşı mücadele edebilecek insanların atıl kalmasını isteyen bozuk sistemin kendisidir. Kırsala yerleşince sorunlar bitmeyecek. Gittiğiniz her yere kendinizi de götürürsünüz. Yaşamda değerli bulduğunuz bir amacınız yoksa, Kaş’daki komşunuzun köpeğini gezdirme şekline bile takılabilirsiniz ya da takıntı yapacak başka bir şeyler bulursunuz.
*
Toplumsal düşüncenin beslediği beklentiler ve hayaller, bizi düşük bilinç düzeyinde yakalayan ve henüz keşfedemediğimiz dünyamızdan kopartan gürültülerdir. Pek çok insanın, burnunun ucundaki hasretleri yaşayamadığını görürsünüz. Uzanır, ancak dokunamazlar; hayat bir kabulleniş, kadere razı olmak, mutluluk oyunudur.
*
Kendimizi hangi oranda kabul ediyorsak o oranda mutluyuz.
*
Sürekli kendi ile meşgul olma hali, nitelikli insanları atalete sürükler. Çözümüne katkı sağlayabileceği sorunlar karşısında yapabilecekleri vardır ancak kendini sorumlu hissetmez, oralı bile olmaz. İnsanlık ve doğa türlü türlü sorunlarla boğuşurken, nitelikli insanlar kendini aramaktadır. Önemli bir potansiyel, hayata gerçek anlamda bir katkıda bulunmadan, kendi kendine yaşlanıp bir kenara çekilir. Hayatın akarken, nitelikli insanlar ruhsal dengesini hizaya getirmekle meşguldür.
*
Biz şirketler çağına, tarihimiz ise kafası karışık, rüya aleminde, bir büyü nün etkisinde kalmış insan türüne şahitlik ediyor. Kılıktan kılığa girerken bir tek kendi olamayan, anlamsız bir kusursuzluk peşinde koşan nesli temsil ediyoruz. Sistem için ise tükettiği kadar var olan, bir başka tüketen gelene kadar varlığına katlanılabilir olan bir nesil…
*
İyi bir insanın, bir başkasının davranışlarına göre mutsuz olması ve hayal kırıklıkları ile uğraşarak atıl kalması, destek bekleyen doğaya ve insanlara karşı bir tür haksızlığı temsil eder. Hayatta kaldığımız kısa sürede mutluluğu dış dünyada değerli şeyler yaparak yakalayabiliriz. Bunun için, minik dünyasında küçük hesaplar yapan insanları görmezden gelmeli, daha ulvi amaçlara yönelmeliyiz. Başka türlü hayat, boş konuşmalara sürüklenir, zamanını tüketene kadar orada kalır.
*
Çağımızın en ticari düşüncesi ‘‘nasıl göründüğümüzdür’’. Bu düşünceye göre bizde hep değişmesi gereken bir şeyler vardır! Saçımız, burnumuz, kilomuz, arabamız, kıyafetlerimiz, evimiz vs.. Kendinimizi güzel değil, biraz da çirkin hissetmemiz istenir. Böylece dünyanın bize sunduğu güzellik imkanları ile kendimizi kusursuz yapabiliriz! Önemsiz gibi gözükse de, etrafımıza bir yabancı gibi baktığımızda, bu sinsi ‘‘kusursuz olma tohumu’’ etrafında şekillenen dünyayı farkedebiliriz.
*
‘Sevdiğin işi yapmalısın’ fikri çağımızın en sinsi tuzaklarından biridir. Az çok sevdiği bir şeyin peşinden giden çalışana ‘madem sevdiğin işi yapıyorsun’ diyerek düşük ücret verilir. Çalışma koşulları ağır olan birine ise ‘o zaman sevdiğin işi yap’ denir. Oysa insanların nasıl mutlu olacaklarını ‘parasızlıkla’ öğrenmeye ihtiyaçları yoktur. İhtiyaç olan tek şey hak, hukuk gözeten, adil bir çalışma hayatının oluşturulmasıdır.
*
Sosyal medya ‘mış gibi’ hissettiriyor. Mesela bir adaletsizlik karşısında bir web sitesinde imza verdiğiniz anda, vicdanınız rahatlatıyor. Sanki bu adaletsizlik için elinizden geleni yapmış gibi hissediyorsunuz. Ama gerçekte yapmıyorsunuz. Öyle gibi hissedip atıl kalıyorsunuz. İnternette otuz saniye ayırmanız, o tarihi binanın yıkılmasına engel olmuyor. Sokağa atılmış hayvanları beslemeye çalışan gönüllülerin videosunu izlemek sizi iyi insan yapmıyor. Mücadelede süreklilik esastır.
*
İnsanın kendini tanıma serüveni çok meşakkatli bir yol; işin içinde kendisiyle yüzleşmesi var, önemli kararlarının arkasındaki nedenleri gördükçe, onu bu yola sürükleyenlere öfke duyması var, bu öfke duyduklarıyla birlikte yaşama zorunluluğu var, bir hiçliğin içine düşmesi var. Yolun güzelliği ise, kendini tanıyan insanın artık yaşamda ne istediğinden emin olması… Ancak kendini olduğu gibi kabul eden ve buna saygı duyan biri kendini gerçekleştirebilir, kendi olabilir.
*
Mutlu olmayı fazlasıyla önemsiyoruz. Bu durum ıslak bir balığı tutmaya çalışmak gibi. Hatta artık ‘mutluluk ekonomisi’ diye bir ticari alanın oluştuğunu düşünüyorum. Mutluluk vaat ederek kolay para kazanan insanlar etrafımızı sardı. Sözde gurular, kişisel dönüştürücüler, çakra açıcılar…Kapitalizm sanal ihtiyaçlar üretir ve onlara sahip olmazsanız yaşayamayacakmış gibi hissettirir. Bu anlamda mutluluk da artık ticari bir nesne. Şuna sahip olursan, şu göreve gelirsen, şu hayat atölyesinde eğitim alırsan, şu kitabı okursan mutlu olacaksın diyen mutluluk tacirleri ile doldu etrafımız. Oysa bu tünelden girenler, tünelin sonunda, başkalarına mutluluk tavsiyeleri veren ve hayatı işi, evi, kedisi arasında geçen atıl insanlara dönüşüyor.
*
Kapitalizm dehası, sahip olunmazsa yaşayamayacak gibi hissettiren sanal ihtiyaçlar yaratarak mutluluk oyununu başlatır. Statü, mutluluk ya da güçlü görünme arzularını kışkırtan sistem, sürekli sahip olacağı şeyleri düşünen ama sabah kalktığında nereye gittiğini bilmeyen insanı yaratır. İnsanlar, eşyaları kullanıp, insanları seveceğine tersini yapmaya başlar. Günümüzde, bindiğiniz araba kadar sosyal statünüzü belirleyen başka bir şey yok ne yazık ki.
*
Modern zaman insanı, etrafındaki karanlığın gerçek nedenlerini sorgulamak yerine, aynı karanlık tarafından önüne konan mutluluk reçeteleri ile nefes almaya çalışır. Kendi ışığını bulamaz. Kısır döngüde kalır. Varlığı, tüketme üzerinedir, kendini tekrar göremeyecek kadar kendinden uzaklaşır.
*
Toplum, kültür ve sanatı ıskalarken, paçozlaşmaya daha çok prim verir. Paçozlaştıkça tüketir, tükettikçe paçozlaşır. TV’lerin gündüz programları paçoz kadın ve adamlarla dolar. Dünya başına yıkılsa o halay çekilmeye devam eder. Etraf dalga geçer gibi konuşan başkan, bürokrat, sivil toplum kuruluşu temsilcisi, özel sektör yöneticisi ile doludur. Paçozluk, tuhaf bir samimiyet algısı ile iş yapar. Aklına geldiği gibi konuşan garip bir kitle neredeyse her şeyi yönetir. Mecliste, sokakta, ilişkilerde paçozluk sinsice pusudadır, her fırsatta yapışkan bir samimiyet ile karşınıza çıkar.
Ürettiği paçozlara, tüketerek mutlu olacaklarına inandıran bu sisteminde, su akar ama kova bir türlü dolmaz. Çünkü deliktir.
*
Günümüzde değerli olan görüntülerdir. Bindiğiniz araba kadar sosyal statünüzü belirleyen başka bir şey yoktur ne yazık ki. Kendini değerli hissetme peşindeki insan, koca bir hayatı vermek istediği ‘görüntüler’ uğruna harcayabilir.
*
Zafer kazanma günümüzün en önemli değeridir. İyi yürekler daha çok bocalar, acı çeker. Hitler’in ‘önemli olan doğruluk değil zaferdir.’ sözü, başarı delisi insanları etkilemeye devam eder. Dünyayı, onu en çok sevmeyenler yönetir. İnsanlığı bugünlere getiren ilerleme tutkusu, onun sonunu hazırlar.
*
Çoğu insan bir başkasının ya da bir düşüncenin hapsinde yaşar. Görünmez bir tutukluluk çemberi yaşamı çerçeveler. Çok az insan gerçek anlamda özgürlüğü hissetmiştir. Modern zaman ile görüntüde özgür olan insanın zihnen köleliği başlar. Çağımız zihnen mahkum insanların, kendi zindanlarıyla doludur.
*
Evreni bilmiyoruz, bir boşluk ki ölçemiyoruz.
Aklımız, gökyüzüne bakarken gerisinde hiçbir şey olmadığını düşünemiyor…Dünya bilmiyorken evrende kapladığı yeri, ben neyim ki.
*
Bir pazıl gibi, görüntüleri tamamladıkça, ortaya gösterişli bir resim çıkacağı düşlenir. Oysa en sonunda ‘Ne için?’ diye bir ifade belirebilir. Doğal olduğu sanılan bu hayat kurgusuna delilik demek, delilik değildir.
*
Sürekli bir şeylere sahip olmayı hedefleyen insanın hayatı bir projeye dönüşür. Hedeflediği şeylere ulaşma çabası içinde bugünü kaçırmaktan kurtulamaz. Gün içindeki güzellikleri göremez olur.
*
Sürekli ‘‘kendini aramaya’’ odaklanırken, kendinden başka kimseye faydası olan bir insana dönüşmek an meselesidir. Kendimizle meşgul olmaktan sıyrıldığımızda, eğitimine katkı verebileceğimiz çocukları, yoksulluk içindeki insanları, defter kitap bekleyen okulları görebiliriz.
*
Toplumsal düşünce, insanlardan hayatı bir proje gibi yaşamasını ister; eş seçimi, iş seçimi, dost seçimi v.s gibi elemeli kelimeler kullandırır...Öz önemli değildir, önemli olan ‘görüntülerdir’. Hayatın hazır menüleri, sürekli bir şeylere, görüntülere sahip olmayı düşleyen bireyler yetiştirir. Arabasıyla oynayan çocuğu gören teyze, ‘mercedes mi o?’ diye sorar…
*
Sürekli kendi ile meşgul insan, hayatın merkezine de kendini oturtur. Sıkı bir bencillik gücüne güç katar. Kentlerimiz, danışmanlara, psikologlara, kişisel gelişimcilere giderek, kendi değerini her şeyin üstünde tutma öğüdünü dinleyenlerin, işi-evi ve kedisi arasında geçen yalnız hayatlarına şahitlik eder. Kendini ararken kaybeden, atalet içindeki eğitimli, nitelikli insanlar, destek bekleyen doğaya ve insanlara karşı bir tür haksızlığı temsil ederler.
*
Çoğu eğitimli nitelikli ya da iş bilen insan, karton hedeflerinin peşinde gün boyunca sıkılır, zamanın geçmesini bekler, geçen zamana sevinir hale gelir. Aklı gelen Cuma gününde, giden hafta sonunda kalır. Kronik yorgundur. Çocuklar büyür ve aynı apartmanın farklı dairelerinde, benzer hayaller kuran, birbirinden habersiz bugünün insanlarına dönüşürler. Uykuya dalmadan önce hayal ettikleri mutluluk resimlerinde artık benzer manzara vardır.
*
Çağımız, insan ve doğa üzerinde hakimiyet kurma arzularını harekete geçirmeye çalışır. Etrafımız ‘‘Elde et, başar, daha iyisine sahip ol, daha fazlasını iste!’’ diyen, kime hizmet ettiğini bilmeyen kapitalist çığlıklar yankılanır. İnsanlar, başkalarının zenginliği için yaşadıklarını fark edemezler. Oysa daha fazla hükmederek, hırslanarak, kalbinde mülkiyet arzusu ile mutlu olabilen insan henüz görülmemiştir. Hakim olma isteği, insana dair derin mutsuzluğun başladığı yerdir! Hayata hükmetmek değil, ancak onunla uyumlu yaşamak insanı sevgiye taşıyabilir. İnsan, ancak gerçek sevgiyi yaşayabildiği anlarda mutludur, yaşadığını hisseder. Hayat, sevgi ile anlam kazanır.
*
Ses tonu bile birbirinden farklı türümüz, günümüzde birbirinin kopyası hayatlar yaşar haldedir. Benzer hayaller kurulur, aynı hedeflerin peşinden gidilir. Sıradanlık, her anı ele geçirir.
*
Diğer yaşayanlardan takdir almak, iyi bir neticeye sahip olmak ya da başarılı olarak bilinmek, çoğu insanı cezbeder. Yıl sonunda başarı plaketi almanın, ışıltılı bir gecede topluluğa seslenen insan olmanın, gazete küpürlerinde yer almanın hayali baş döndürür. İnsan, kısa hayatında, belki de en çok elde edeceği ‘sonuçları’ önemser hale gelir. Daha doğrusu bu sonuçlar sonrası kendisine yönelecek ilgiyi düşler. Günümüz insanı, sonucunda etrafındaki insanların ilgisine ulaşma ihtimali varsa, peşinden koştuğu şeyin, gerçek bir değer taşıyıp taşımamasını önemsemez hale gelir. Gerçek amacı, ona vaat edilen ilgiye, saygınlığa kavuşmaktır. Böylece marketlerde satılan bir yapıştırcının, lavabo açıcının ya da bir sakızın daha çok tüketilmesi için çalışan yüzlerce müdürden biri olmak, kişinin hayat amacı oluverir. Yeni bir arabayı ya da evi tanıtan o şık reklam, ’madem güç, prestij istiyorsun’ derken, aynı kulaklara seslenmektedir. Kendisine yönelecek ilginin peşindeki insanlar, değersiz hedeflerin peşinden, bir anlam varmışcasına koştururlar. Çoğu insanın yaşadığı tek gerçek, her sabah uyandıktan yarım saat sonra ait olmadığı insanların içine karışmak zorunda olmasıdır.
*
Bu yıllarda, içerik ya da derinlikten öte, satın alınabilen şeyler önemlidir. İdeal bir vücut, bindiğiniz araba, gömleğin markasının simgesi hayvan, gittiğiniz mekanlar v.s… Her şeyin görüntüdeki önemine bayılan insan, şöyle derinlemesine dinleyecek, konuşacak birilerini bulamaz hale gelir. Yılışık yüzeysellik bulaşıcıdır. Yavşak erkek, hırsından tutuşan kadın modeller her yerde çoğalır. Çağımız insanı, birbirine hem hava atar hem de birbirinin gözüne girmek için çocuk gibi uğraşır durur.
*
Çalıştığı yıllarda finansal özgürlüğünü kazanması gereken çoğu insanın, aksine çalışma hayatına finansal açıdan bağımlı hale geldiği görülür. Her sabah erkenden kalkıp işe gitmek için hazırlanan tüketim odaklı kişinin, evden çıkmadan önce gardırobunun kapağını açıp ‘‘Sizler için işe gidiyorum’’ demesi tutarsızlık olmaz. Aynı şey arabanın kaputana da söylenebilir ya da avm vitrinlerine…
*
Çağımız, ‘‘kusursuz görünme, güzel olma’’ fikri etrafında, bir gün mutlu olacağını düşünen bireyi yaratır. Ona makyaj yapar, sanal podyumlarda dolaştırır, kendini gösterebilme şehveti yaşatır ve buna zahmetsizce ulaşabileceğine inandırır. Sonunda kişinin gerçeklikle ilişiği kesilir. ‘‘Bir kamera olsa da kafayı uzatsam’’ derdine düşen insanımız, yavaş yavaş komik denebilecek şeyler düşünmeye başlar: Reklamda gördüğü, kaplan gibi yürüyerek saatine bakan adam olduğunu düşler. Katalog çekiminde 70 model bir klasiğin mavi kaputuna uzanıp, şapkasını havaya atan model odur. Arkadaşının paylaştığı fotoğraftaki gibi, Santorini’de sevgilisinin parmağındaki çikolatayı ısırma oyunlarını o da oynayacak, masajlardan gevşemiş, şımarmayı hak eden eşsiz öpülesi teni Akdeniz güneşi ile buluşarak ona bir doğa mucizesi yaşatacaktır! Şans onu elbet bulacaktır, aslında ne kadar da farklı olduğunu bir gün herkes anlayacaktır! Belki bir yarışma programına katılacaktır, belki de onu gören bir sanatçı resmini çizmek isteyecek, fotoğrafçı portre çekimleri için ricada bulunacaktır! Belki bir resimdeki bakışı her şeyi değiştirecektir. Yeteneklerini dünya iyisi insanlar görecek ve ona el uzatacaklardır. Onu bu güzel kıyafetlerle gören biri, bir an durup ‘‘Senin gibi birinin buralarda ne işi var’’ diyecektir. Bir an gelecek tüm ışıklar sönecek ve tek bir spot onun üzerinde dolaşacaktır. Herkes onu alkışlarken, o ise parmaklarını ısıracaktır. Bir gün lüks eşyaları olacak, şöhret onu hiç bırakmayacak ve nihayet kusursuz görünecektir! Kusursuz görünme, öylesine güçlü bir arzudur ki, bir yandan şirketler çağının endüstrilerini ayakta tutarken, kişinin gerçeklikle olan tüm bağını koparıverir. Karıncayı dahi incitmemeye çalışan birinin üzerinde kürk görebilirsiniz.
*
Şehirlerde, ofislerde, kent merkezine uzak lüx sitelerde, derinde bir yerde hissedilen mutsuzlukların temelinde, insanın kendi varlığına yabancılaşması vardır. Rollerin, ünvanların ya da bir şey ‘‘olmanın’’ peşindeki insan, gerçekte ne olduğuna değer vermez hale gelir. Onu mutlu kılacak sahici ihtiyaçlarının farkına varamaz. Kendini yaşayamaz, zamanın boşa aktığını tuhaf bir şekilde hisseder. Kendine haksızlık eder.
Kazanım arzuları içinde aynı anlamsız günlere uyanır. Bir at arabasının arkasına bağlanmış, toz toprak içinde sürüklendiğini hisseder. Yaşamı bir nesne gibi tasarladıkça, etrafındaki güzellikleri ıskalar. Geçip giden zamanın, yılların kıymetini bilemez.
*
’’Vazgeç, kırsala yerleş’’ düşüncesi elden geldiğince parlatılırken, arka planda eski kurallar geçerlidir. Ferrasini satan bilge, şirket şirket dolaşıp eğitimler vererek, çeşit çeşit lüks otomobile binebiliyor ve buna hayır demiyordur.
Şehir insanın yalnızlığını paraya çeviren bir başka ‘‘kişisel dönüştürücü’’, aylık 10 bin dolarlık çatı katı dairesinde danışmanlık hizmeti sunuyordur. Hafta sonları ise çektiği videolarda, o yeni uyanmış sesiyle ‘‘Bu hayat senin, kendine dön’’ türü öğütler verirken hemen arkasında, lüks evinin havuzu ve etrafında koşuşturan, sevgilisi ile köpeği görünür. ‘‘Vazgeç, kırsala yerleş’’ düşüncesi, sosyal sorunların çözümü için gerekli kollektif bilince zarar verir. Birlikte mücadele, akla gelmez olur. Sorunları normalleşen bireyin, nasıl davranması gerektiği üzerinden birileri para kazanmaya devam eder.
‘Vazgeç’ öğüdünün uyutucu etkisi ile, genç potansiyellerin köşelere çekilmesini, kapitalizm memnuniyetle izler. Onları bireyselleştirerek, kollektif bir güç olmalarının önüne geçer.
*
Kariyer mücadelesi, orta sınıfa özgü bir kapalılıkla, herkes mutluymuşcasına yaşanır. Bu mücadelede kavrulan birey, herkesin benzer bir kariyer sürecinden geçtiğini düşünerek, hayatın ona getirdiği bu zorlukları doğal sanabilir. Bu geçici içsel rahatlamalar gerçekte bir yanılsamadır. Çünkü varlık içinde büyüyen çocukların, öyleymiş gibi gözükse de, esasen kariyer diye bir mevhumu yoktur. Onlar, hiçbir zaman yan masada çalışıyor olmayacaklardır. Kariyer, bir orta sınıf mücadelesidir. Her sabah yan masada çalışmaya başlayan iş arkadaşlarımız ile aşağı yukarı aynı mahallenin çocuklarıyızdır. Büyüyen küçük kapitalist, işleri devralır ve kariyer mücadelesi veren çalışanları, tatlı bir memnuniyetle izlemeyi babalarından öğrenir. Becerikli olanlar, kişisel kazanım peşinde koşan beyaz yakalı işçilerini, ufak dokunuşlarla oyunda tutar; bir üst pozisyonun varlığı çarkın dönmesi için yeterlidir. Her ne kadar, kendi sınıfını (işçi) reddeden beyaz yakalı, okuduğu ‘karlı büyüme stratejileri’ adlı makalede, personel maliyetlerinin nasıl kısılabileceğini anlatan paragrafın altını hırsla çizse de, kariyerin bir orta sınıf mücadelesi olduğu gerçeğini değiştiremez. Kariyerin orta sınıfın mücadelesi olduğunu kabul eden birey, gerçeğin kendisini görmeye başlar. İlizyonların etkisinden çıkar. Kendi huzurlu hayatını kurmaya yönelik çok daha etkili adımlar atabilir. Bağımlılık ilişkisinden kurtulma ihtimali artar.
*
Mutluluk peşinde ve sürekli kendisi ile meşgul kariyerci orta sınıf, amacına ulaşmak için denemedik şey bırakmaz. Onları, hafta sonları yaşam koçluğu kurslarında bir üst sertifika peşinde koşarken görebilirsiniz. İş çıkışı soluğu ‘yaşama sanatı’ başlıklı bir atölyede alabilirler. Bir bakmışsınız kırmızı otel halısının üstünde çember kurmuş, ‘‘kendilerini tutkulu yapacak’’ oyunlar oynuyorlar! Hatta onları ateşin üstünde yürüten, hep birlikte zıplayıp ‘‘Ben iyiyim, ben güçlüyüm!’’ diye bağırmalarını, birbirlerine sarılmalarını isteyen hokkabaz bir eğitmen, hızını alamayan beyaz yakalılar için hazırda bekler. Kariyer fikrini yaratan kapitalist deha, modern insanın sürekli kendi ile meşgul olmasından son derece memnundur. Bireyin kendine yönelerek atıl kalmasını keyifle izler. Çizdiği sınırların içindeki kişi, en fazla başkalarına mutluluk öğütleri veren birine dönüşebilir.
*
Kişi, ona hayal ettirilen nesnelerin, insanların ve kavramların içinde (makam, raporlayan ekipler, şöhret, güç, konfor gibi) kendini düşler ve aklı hayal balonlarının içinde kalır. Yarışlara kendini öylesine kaptırır ki, kendinden usulca uzaklaşır, yabancılaşır. Gün içinde yaşamın kıymetinden çok, sahip olacağı şeyleri düşünür. Arzularına ulaşmak için yapay bir role bürünür. Rolü için yaşar. Uyanmazsa, bu maskeye ömrünü verir. Böylece gerçek varlığını örseler. Tüm gücü ile gerçek benliğini baskılarken, kendine yabancılaşır. Kendi ile uyumsuz, başkalarına karşı huysuz biri olur. Gerçek varlığı ile rolüne kaptırdığı tasarım varlığı arasındaki makas açıldıkça, kişinin kızgınlığı artar. Hayata, yaşadığı kente, insanlara karşı kızgınlık duyar. Ani çıkışları vardır agresyon patlamaları yaşar. Bir anda çok neşeli ya da karamsar olabilir. Kendi içinde yaşadığı uyumsuzluğu dışarı yansıtır, etrafındakileri de mutsuz eder. İş arkadaşlarını, çevresini sürekli eleştirir, her şeyin en olumsuz tarafını kişisel gündemi haline getirir. Kaprislidir. Kibir ve kızgınlıkla doludur. İnsanın gerçek benliğine bir yabancı olması, onu mutsuzluğun diplerine hızla sürükler. Çoğu zaman sıkılır, başkaları üzerinde üstünlük kurdukça uçucu sevinçler yaşar, sabah kalktığında ise yine mutsuzdur. Yabancılaşma mikrobu kanda dolaşır. Yakaladığı ‘başarılar’ ilaç olmaz.
*
’‘İşini iyi yapmak yetmez!’’ gibi söylemler, emeğin örtük biçimde sömürüldüğü coğrafyalarda karşılık bulur. Ege’ nin taşrasında, tarım ürünleri işleyen fabrikanın başındaki 3. kuşak çocuk patron bile, beyaz önlüklü mühendis çalışanlarını paketleme bölüme çağırıp, fabrikasındaki kariyer fırsatlarından ve işini iyi yapmanın yeterli olmadığından bahseder. Elindeki kariyer havucu sayesinde, iyi üniversite mezunlarını düşük ücretlerle çalıştırırken, gururla babasına bakmaktadır.
Kariyer meraklısı beyaz yakalılar, gurular, eğitmenler, öğrencilerin kariyer günlerine hevesle katılan sırıtık yöneticiler, ‘işini yapmak yetmez’ düşüncesini doğal karşılayabilirler. Böylece ücretleri düşük tutma eğilimleri akıl almaz bir şekilde, çalışanlardan da destek bulmuş olur. Çalışanlar keskin bir bencillik içinde bireyselleştikçe, sınıf olarak kaybedeler. Ancak kendi sınıfını (işçi) reddeden beyaz yakalı, bu gerçeği göremez. Umursamazlığıyla bindiği dalı keser. Yaşamı, ev-araba peşinde, içsel boşluklarını doldurmaya çalışmakla geçer, ama o bunun farkında değildir.
*
Çalışanlar, kariyer hayatları boyunca, belki de en çok liderlik zorlamalarına muhatap olurlar. Lider adayı orta sınıf -her zaman adaydır- yönetici ile lider arasındaki farklar, 20 Yüzyıl ile 21 Yüzyıl arasıda değişen liderlik modelleri, kişisel liderlik analizleri gibi konuların içinden yıllarca çıkamaz. Ofislerde sıkça verilen liderlik tavsiyeleri, beraberinde bir takım zorlu şartları getirir. Bu zorluklar, ‘‘lider olmalısın’’ düşüncesi ile çalışanların hayatlarına sinsice iliştirilir. Mesela bir yönetici, eğer gerçek bir lider ise primle çalışan ekibini %30’un üzerindeki büyüme hedefleri için motive edebilmeli, üç kişilik çalışarak işleri zamanında bitirebilmeli, yetiştiremiyorsa ‘‘zaman yönetimi’’ konusunda hemen kendini gelişmelidir. Şirket içi azılı rekabet, birbirini tutmalar, hedef baskısı, stres normaldir, önemli olan tüm bunlar karşısında kişinin nasıl ‘liderlik’ gösterdiğidir. Sonuçta bir çalışan, ‘‘Ben bir liderim’’ diyorsa (ki öyle de olmalıdır) kimselere ihtiyaç duymandan, tüm bu sorunların üstesinden gelmeyi de bilmelidir. Kapitalist deha, ideal liderliği sıralarken, kendi yarattığı sorunları gözlerden uzaklaştırma gayretindedir. Kimseler farkına varmadan kendini aklamayı başarır. Gündemi, liderlik olarak belirler. İş hayatının sorunlarıyla boğuşan orta sınıf, ‘‘liderlik sanatını’’ tartışır hale gelir.
‘‘Önce lider olmalısın’’ öğüdü, çalışanların beklentilerini uzun vadeye yaymasını sağlar. Kişi problemi kendinde ararken, bulunduğu yapıdaki gerçek sorunları görememeye başlar.
*
Sorunun temel kaynağı, tasarım ya da insan icadı olduğunu unuttuğumuz toplumsal düzeni doğal sanmak ve yaşadıklarımızı olağan bir süreç gibi kabullenmektir. Bu nedenle gereksiz buldukları işleri yapanların sayısı katlanarak artar. Kendini ilgisiz şeyler peşinde ve çemberin dışında hissedenler, bunu doğal sanarak üfleye püfleye dolaşanlar, teneffüs zilinin çalmasını bekler gibi zamanın geçmesini bekleyenler… Şimdi birileri içinden ‘‘hayatın gerçekleri’’ diye geçirebilir. Oysa tüm bunlar gerçek ya da doğal değil. Sadece insan tasarımı bir hayat düzeni. Devamı için ‘‘hayatın gerçekleri’’ demenin yeterli olduğu bir sistem… Durumu belki de en iyi Theodor Adorno özetler: ‘‘Yanlış hayat doğru yaşanmaz.’’
*
Sahip olma arzuları, insanın içsel boşlukları ile beraber okşanır. Sonu gelmeyen arzular nedeniyle, yaşam, bir türlü tamamlanamayan inşaat projesine dönüşür. Dünya, hayatına anlam katamamış insanların bilindik mutsuzluklarına tanıklık eder. Koltuğunun büyüklüğüne göre gülümseyebilen insanlar etrafımızı sarar.
*
Plazaların etrafı, mutluluk tacirlerinin ‘atölye’leri ile doludur. Otellerin büyük salonlarında nefes terapileri düzenleyerek binlerce lira hasılat elde eden moderatörler, ilişkiler üzerine sertifikalı eğitim verenler, bu tacirler arasında yerlerini alırlar. Mesela, içinde ‘‘Cinsellik nasıl yaşanır?’’, ‘‘Yaşamın yol haritasını çıkarmak’’ gibi konuların olduğu, ismine ‘‘kişisel dönüşüm’’ denilen bir eğitim için asgari ücretin iki katı para ödeyen kent insanları vardır. Oysa bu motivasyonel ortamlar en fazla geçici bir içsel rahatlama sağlayabilir. Bir süre sonra, kişi yaşamına aynı gri tonda devam eder. C.Gustav Jung’ın dediği gibi: ‘Kimse ışığı hayal ederek aydınlanmaz. İnsanı aydınlatan karanlığı idrak etmektir.’